Kral bunu görmekten hasta olmuş, ülkenin tüm doktorlarına haber salmış.
Ama şahin bir türlü uçmuyormuş. Bunun üzerine kral vezirine derhal emir verip,
tebaasına bir ferman yollatmış. Şahinini kim uçurursa, onu hemen
mükâfatlandıracakmış. Bunu duyan herkes akın akın saraya gelmiş ama şahinde bir
hareket yokmuş.
Bir gün, zavallı bir çoban saraya gelmiş ve şahinin yanına gitmiş.
Aradan saniyeler geçmesine rağmen kral, bahçenin semalarında şahinin uçtuğunu
görmüş. Sevincinden ne yapacağını şaşırmış ve hemen çobanı yanına çağırmış ve
ödülünü verip bu işin sırrını sormuş. Utangaç çobanın yüzü kızarıp, şöyle
demiş:
"Kralım sadece üstüne tünediği dalı kestim, o zaman şahin uçmayı
bildiğinin farkına vardı.”
Her insanın ayağında uçmasını engelleyen görünmez bir dal vardır. Belli
bir çevre içinde yaşadığımız için, bu yerin vazgeçilmez olduğuna inanmışız veya
inandırılmışızdır. Gözlerimize at gözlüğü taktığımızdan (ya da
taktırıldığından) sadece bellediğimiz şeyleri yapıyoruz. Tabii bu da kolayımıza
geliyor. Sürekli olarak kendi değerlerimiz, korkularımız ve kısır
döngülerimizle yaşadığımızdan bu durum, farkına varmadan bizi esir alıyor ve
dışına çıkmak istediğimiz zaman ise “aman boş ver”, “böyle gelmiş böyle
gidecek” demek kolayımıza geliyor. Alışkanlığın dışına çıkmak zordur.
Hayallerimiz var ama risk almak istemiyoruz. Başarısızlık ve “âlem ne der”
denilen korku girdabından bir türlü kurtulamıyoruz. Bir gün bu zinciri kırmak
lazım, diyoruz ama hep lafta kalıyoruz değil mi? Kıranlara ise imrenerek
bakıyoruz, onların ne kadar zorluk atlattıklarını düşünmeden.
Her şey bizim kararımıza bağlıdır: Ya tavuk gibi olup kartallara özenip
ama değişiklik yapmadan şikâyete devam edeceğiz ya da kartal olmayı seçip
riskleri göz önünde bulundurarak hayallerimizi gerçekleştireceğiz.
Alıntıdır.
0 yorum:
Yorum Gönder